Category: Bilim Felsefesi


Özgürlük demek, BELİRSİZLİK demektir. Yani herhangi bir KURAL, YAZILIM, ALGORİTMA, FORMÜLE dayanmaksızın; mantıklı, mantıksız her anlamda seçebilen VARLIK anlamına gelir.

Özgür olmak ya da özgür olmamak. Bütün mesele budur.

Özgür irade var mıdır diye bir soru soran insan o soruyu sormamıştır. Soramaz. Çünkü cevap “yoktur” ise insan bir FAİL değildir. Özne yoktur. Nesne de yoktur. Sadece FİİL vardır. Olanlar olur, OLDURAN’dan, YAPAN’dan söz edilemez. Çünkü KARAR yoktur. Ben yoktur, Biz yoktur. Sadece ŞEYLER. Ben dediğimiz şey, OLDURMUYORSA; o sadece OLUYORDUR. Yani bütün olaylar zorunlu veya tesadüfidir. Bu soruyu HAYIR diye cevapladıysanız, bilin ki CEVAPLAMADINIZ. Ben de diyorum ki, Özgür İrade’yi sorgulayamazsınız. Onun cevabı EVET’tir.

Gün gibi açık bir gerçek olmasına rağmen bu konunun yüzyıllarca tartışılması, buna insanlığın zekasının test edildiği nadide bir misal olma özelliği vermektedir. Dünyaca ünlü fizik profesörlerinden tutun, nörobiyologlar, filozoflar gibi kendilerine verdikleri kutsal ünvanlarla yanılmaktan kaçacaklarına inanan birçok yarım entelektüel, basit bir gerçeği anlayamayabilmiştir. Demek oluyor ki, eğitim seviyesi her zaman insanı ileri taşıyamayabilmektedir. Bazen insana bir şey katmaz, insandan bir şeyler alır götürür; getirmez.

Daha da ileri gidelim. Özgür iradeye yoktur deyip hiçbir şey olmamış gibi devam edemezsiniz. ÖZNE yok demek, EYLEYEN/FAİL yok demektir. EYLEYEN yok ise EYLENEN/MEF’UL yani NESNE de yoktur. Sadece EYLEM/FİİL vardır. Olanların ve Olduranların olmadığı, sadece Olma’nın olduğu bir dünya. Bir gerçeği daha bu bilgilerimize ekleyelim: “Bir şeyi hiç kimsenin görmemesi ile, bir şeyin var olmaması aynı anlama gelir.” Bilme yetisi olan kimseler ve hiç kimseler duymamış, bilmiyor ve görmemiş demek; YOK demenin başka bir ifadesidir. Bu ikinci bilgimizi özgür iradenin olmadığı, EYLEM’den başka bir varlığın olmadığı bir dünyayla birlikte düşünürsek; ulaştığımız sonuç ne olur? Evet, BEN yani ÖZNE yani EYLEYEN yok ise bu kimsenin kimseyi veya hiçbir şeyi görmediği anlamına gelir. Bu da hiçbir şeyin OLMADIĞI anlamına gelir. Yani özgür değilsek, hiçbir şey yoktur. İşte buna NİHİLİZM denir. Bu yüzden diyorum ki, Determinizm ile Nihilizm birbirine eşittir. Nietzsche bunu çok iyi görmüştür; BEN’in yokluğunu anlamış, sadece EYLEM’in var olduğunu söyleyen belki ilk kişidir. Hatta NİHİLİZM’i de sezinlemiştir. Ancak buna rağmen çok ilginç bir şekilde özgür iradenin olmadığını söylemiştir.

Özgürlük ile İnsan varlığının eşit olduğu sonucuna ulaşıyoruz. Bunu yüzyıllarca göremeyen filozof ve bilim adamlarından daha fazla utanması gerekenler günümüzde yaşayıp göremeyenlerdir.

Uzayda Felsefe

Uzayda kaç tane yıldız vardır? Astronomların tahminlerine göre sadece bizim galaksimizde 200 milyar yıldız var. Bir o kadar da galaksi var. “Bu kadar büyük bir evrende yaşadığımıza göre sadece bizim gezegenimizde hayat olması imkansız değil mi?” diye bir soru aklınıza gelebilir. Hatta birçok kişinin aklına geliyor. Bu konuda düşünenler, film çekenler, ciddi ciddi araştırma yapanlar var. Daha ileri gidip bu konuda hiçbir şüphesi olmayanlar, uzaylıların da bizi araştırdığını öne sürenler de mevcut.

“O kadar galaksi içinde sadece bizim gezegenimizde hayat olması imkansız değil mi?”

Bu sadece bir soru mudur? Yoksa gizliden gizliye, örtük telkinler içeren bir ikna uygulaması mıdır? Burada bir düşünme tarzı vardır. Bu tarza dikkat edelim. Soruyu üzerimize alır, cevaplamaya kalkarsak soranın telkinlerine maruz kalırız. Şimdi sorunun içindeki gizli kabullere göz atacağız.

Dünya yaklaşık 1 trilyon kilometreküp hacminde bir küredir. Biz ise sadece onun yüzeyinde yaşıyoruz. Ekvatordaki çapı yaklaşık 12,7 bin kilometre. En üst tabakası olan litosfer 60 kilometrecik bir kalınlığa sahip. Yani dünyanın milyonda biri bile etmeyecek parçasında yaşıyoruz. Kalanını hiç kullanmıyoruz. Kimsenin aklına şu soru geliyor mu:

“O kadar dünya tabakaları içinde sadece bizim litosferde hayat olması imkansız değil mi?”

Muhtemelen gelmiyordur. İlginç bir şekilde Pueblo ve Navajo adında Kuzey Amerika kabileleri böyle düşünmüş. Merkezde böceklerin kırmızı dünyası varmış, onlar tırmanarak mavi kuşlar dünyasına gelmişler, kalabalıklaşınca memelilerin sarı dünyasına gelmişler ve en son siyah beyaz olan şimdiki dünya yüzeyine tırmanmışlar. Şimdi dünyanın çekirdeğinin çok sıcak olduğunu biliyoruz, orada bilinen hiçbir canlı yaşayamaz.

Soruya tekrar dönelim: “dünyanın tabakaları içinde neden sadece biz?” Vurgulamak istediğim bir şey var, o da şu: Bu soru dünya tabakalarının canlılığa uygunluğu araştırılarak cevap verilmesi istenen bir soru değil. Belki şimdi dünyanın tabakalarını bildiğimiz için cevabı bilinen bir soruymuş gibi gelebilir. Ancak bir an için yeraltı tabakalarla ilgili hiçbir şey bilmediğimizi düşünelim. Yine orada canlılar olduğu efsanesini üreten ilkel kabileler gibi düşünmemek için bir sebebimiz var mı? İşte sorduğum bu son soru, kesinlikle incelemeye başladığımız ilk soru ile yapısal olarak aynıdır.

Sorulardaki ortak nokta şudur: yaşamın olabilmesi açısından herhangi bir araştırma veya nedensel soruşturma yapmaya girişmeksizin, sadece istatistik yorum ile canlıların olup olmadığına dair çıkarımlarda bulunmamız isteniyor. Yani canlıların oluşması için belirli şartlar vardır, misalen; besinler, uygun hava, uygun sıcaklık gibi. Bunlara bakmak yerine, sadece seçilen 1(bir) yerde canlılar varsa, diğer 10(on) yerde de canlıların olması hakkındaki yorumsama. Bu yorumsamanın şöyle bir özelliği vardır: “canlıların istatistik olarak tamamen rastgele yerleştiğini varsaymaktadır.” Yani bir kereliğine canlıların bir yerde bulunmasını tesadüfi bir durum olarak görürsek, başka yerlerde de görülmesi hakkında yorum yaparız.

İşte bu düşünme şeklini baştan kabul eden herkese, bizim gezegenimizde yaşamın olması ve trilyonlarca gezegende yaşamın olmaması imkansız gibi görünecektir. Çünkü bu düşünme tarzı Naturalism/Doğalcılık’tır. Yani dünyanın kendiliğinden doğal bir şekilde oluştuğunu, canlılara uygun bir ortamın da gerçekleştiğini düşündükten sonra, başka gezegenlerde de bunun gerçekleşebileceğini düşünmektedirler. Bunun tersi olan Teleologism/Gayecilik ise yaşamın kendiliğinden değil, tasarlanmış olarak var olduğunu söyler. Yani dünyanın bütün katmanlarında yaşam yoktur, çünkü böyle tasarlanmamıştır. Evrenin çok büyük olmasına şaşırmamıza gerek yoktur, çünkü sadece dünya yaşam için tasarlanmıştır. Teleologism/Gayecilik taraftarı olan birisi, evrenin büyüklüğünün artmasıyla (başka) yaşam(lar)ın olasılığının yükseleceğini düşünmez. Çünkü düşünüş tarzı, kavrama biçimi, olasılıksal değildir. Naturalism/Doğalcılık taraftarı olan kişi ise böyle düşünür. İşte irdelediğimiz ilk soru, soranın Naturalism varsayımını içermektedir. Yani Naturalism’i doğru kabul ettikten sonra soruyu yöneltmektedir. Dolayısıyla Naturalism-Teleologism tartışılmadıkça, kendi başına bir tartışma konusu olamaz ve gerçekten sorulmuş ve cevap bekleyen bir soru özelliği taşıyamaz.

Bütün insanların kendilerine göre bir “haklı gelme” sevdası vardır. Haklı gelmek isteriz. Haklı olmamak kimsenin tahammül edebileceği bir şey değildir. Çünkü haklı olmayınca çelişkili olmuş oluruz. Demek ki haklı olmak veya kendimizi haklılaştırmak(self-justification) zorundayız. Bu psikolojide Bilişsel Çelişki Kuramı’nın gereğidir. Kimse bundan kaçamaz. Kaçamadı da.

Kaçamayanlar arasında Neo-ateizm kervanının yolcuları da var. Mesela Richard Dawkins son yıllarda bestseller kitaplarıyla ateistlerin rehberi haline gelmiş bir yazar olarak haklı gelmenin en bariz örneklerini kitaplarında işlemiştir. Aynı şekilde Victor Stenger gibi ateist fizikçiler de aynı yolun yolcusudur. Bildiğimiz Klasik ve Modern Mantık yasalarını delip geçen, popüler, yeni(!) fikirleriyle adeta beyin fırtınası koparmaktadırlar bu insanlar. Tanrı’yı laboratuvara sokarak ona işkenceler yapmayı planladıkları için, davalarında haklılaşmak için her yolu denemeye hazırlar. Tabi birçok insan bu yazarların kaleminden dökülenleri kutsal bilim yasası(!) sandığı için bunlara cevap verirken bile yazarların kurduğu kavram dünyasından dahi çıkamamaktadır yazık ki. Buna küçük bir örnek vereyim.

Mesela Richard Dawkins, Tanrı Yanılgısı adlı kitabında evrenin hiçbir yerinde dünya gibi bir gezegenin olmadığını konu eder. Üzüntüsünden adeta kahrolmaktadır. Canlılığın oluşabilmesi için Dünya’nın Güneş sisteminde tam Goldilocks kuşağında bulunması gerekmektedir ve öyledir. Yani daha uzak olunca canlılığa izin vermeyen soğuklar, daha yakını da sıcakları getirir. Aynı zamanda Galaksi içinde de Goldilocks kuşağında olunması gerekir ve Dünya oradadır. Olmasaydı canlılık oluşamazdı. Güneş sistemimizin de çift yıldızlı değil, tek yıldızlı olması gerekir ve güneşimiz tektir. Yani canlılığın oluşabilmesi için aynı anda birçok şart sağlanmalıdır. Bu yüzden Dünya çok nadir bulunan bir yerdedir. Richard Dawkins tüm bunlara bakıyor ve diyor ki; dünya bu kadar çok zor bir ihtimal ile olmuş. Neden olmuş ki? Kendiliğinden bakıldığında o kadar çok düşük bir ihtimal ki evrende o kadar gezegen bile yoktur. O zaman Dawkins bunun kendiliğinden “istatistik”lere aykırı olduğunu keşfettiği için bir çözüm bulur: Dünya sayısını arttırmak! Neden mi? Çok basit. Bunun gibi 1 milyar tane daha Dünya olsa ve canlılar orada da bulunsa diyebiliriz ki şu kadar ihtimalde 1 değil, şu kadar ihtimalde 1 milyar. Yani olasılık artıyor. Demek ki ne kadar çok Dünya bulabilirsek kendiliğinden olma ihtimali o kadar artacak. Bu yüzden Dawkins yeni dünyaların ve Uzaylıların aşkıyla mecnuna dönüp çöllerde uzaylı aramaktadır! Keşke bir sürü uzaylı bulundu haberi daha çıksa… Keşke UFO gören masum köylülerin nüfusuyla bir şehir inşa edilse ve banliyölerinde Dawkins’e bir bahçeli ev düşse… Rüya gibi.

Aslında Dawkins’in bu hayali bile akla ve matematiğe uzaktır. Çünkü 1 milyarcık bir dünya sayısı hiç de yeterli olmayacaktır kendi verdiği zorluk oranına göre. Ancak bu konumuz değildi. Konumuz Richard Dawkins’in son kertede ne yapsa da uzayda daha çok dünya, daha çok düzen, daha çok canlılık mekanı bulma çabasıdır. Bu konuda öyle bir iştahı, iştiyakı vardır ki sormayınız. Yani Uzaylıların olmasını, evrende yalnız olmamamızı, başka galaksilerde yaşayan Triceraton gezegeninin gerçek olmasını çok istemektedir. Medyada çıkan NASA Mars’ta su buldu gibi ümit besleyen ucuz haberler onu kesmez, milyarlarca medeniyet olmasını bilimsel olarak laboratuvar tüplerinde deney yaparak ispatlamak ister adeta. Burada vurgulamak istediğim tek şey buydu. Yani uzaylılar arttıkça evrenin Tasarımı düşüncesi zayıflayacak ona göre. Yani ne kadar çok Dünya gibi yer varsa o kadar Tanrı’sızlığa yolculuk edecekmişiz Dawkins’e göre. Bu sonuç ilk nokta.

İkinci noktaya gelelim. İkinci kahramanımız da Victor Stenger ve Başarısız Hipotez: Tanrı adlı kitabı. Stenger evrende çok fazla boş yere yaratılmış(!) şey olduğunu düşünüyor bir ateist olarak. Yani diyor ki bir Tanrı olsaydı, bu kadar boş araziyi neden yaratıversin? Dünya evrenin içinde bir zerre bile etmezmiş ki, neden bu kadar küçük bir yer için koca evreni yaratma zahmeti çeksin Tanrı? Hani Evrenin çapı mesela 150 milyar ışık yılı. Dünyanın çapı da 12 bin kilometre. Tanrı niye bu kadar israf etmiş diyor Stenger. Ona göre doğru yaratım 150 milyar’a 12 bin olmaz, mesela 50 milyar kilometre olsaydı ne kadar mantıklı olurdu değil mi? O zaman hemen iman ederdi. Yani bu sayıların ne zaman ÇOK ne zaman AZ olduğuna karar veren kim diye soranlar olur belki. Öyle bir ölçüt mü var? İsraf hangi orandan sonra oluyor? 150 ışık/12 km israf, onu Stenger’dan biliyoruz da alt sınırı nedir acaba? Sözün kısası öyle bir şey yok. Yani Stenger’ın ilmi bir esasa dayandırmadığı İsraf Cetveli’ni bir tarafa bırakalım. Savunduğu şey tam olarak ne? Şu: Ne kadar çok Dünya dışında boşu boşuna(!) gezegen ve madde varsa o kadar Tanrı’sızlığa yolculuk edecekmişiz! Peki bu cümle bir yerden tanıdık geliyor mu? İlk nokta’da Dawkins ne kadar çok Dünya benzeri canlı bulursa o kadar Ateizm güçlenecek demişti, şimdi de Stenger tam tersini söyleyerek yine Ateizm’i güçlendiriyor! Tabi bu bilim adamları(!) kesinlikle birbirlerinin kitaplarını hahişkar bir surette takdir ederler. Ancak meseleye biraz Mantık açısından bakıldığında bir Totoloji görülür. Şöyle ki:

-Canlılık Evren’de çokça varsa Tasarım yok(?) demek ki, Ateizmi ispatladım(Dawkins).
-Canlılık Evren’de çokça yoksa İsraf var demek ki, yine Ateizmi ispatladım(Stenger).

Bu görüşlerin ikisi de bambaşka yönlerden saçmalamış ifadelerdir. Ancak tekrar vurgulayayım, konumuz bunların eleştirisi değildir. Konumuz kendisini ateist olarak tanımlayan Neo-ateizm akımının savunucularının Haklılıklarını nasıl ispatlayacaklarını şaşırmalarıdır. O kadar güzel bilim yapıyorlar ki, hangisi ile Tanrı’yı yensem diye “Delil Beğendiremiyoruz”. Bir maymun iştahlılık, bir sabırsızlık var. Hangi yönden bakıyorlarsa Tanrı’yı yine de çürütüyorlar. Bunların ikisi de bilim adamı ve profesör! Yani ne olunca Tanrı veya evrenin Tasarım’ını insan kabul edecek? Nasıl edebilir? Hem de Dawkins gibi Tanrı’yı bilimin bir konusu olarak gören, Stenger gibi Tanrı’yı bir hipotez gibi bilimsel olarak incelediğini söyleyen insanlara bunlar çok anlamlı sorular olsa gerek! Görüldüğü gibi yeni ateistlerin her duruma ayrı bir yoldan Tanrı’yı çürütecek açıklamalar bulmaları onların ne kadar tepkisel bilim yaptıklarını gösteriyor. Tepkisel Bilim.

Halbuki Dünya’nın dışında ne kadar çok İsraf(!) varsa; Dünya’nın kendiliğinden olma olasılığı o kadar düşecektir. Yani ne kadar çok tasarım dışı varlık varsa, Tasarım’ın vurgusu o kadar artar. Bir Afrika kabilesinin ortasına Coca-Cola tenekesi uçaktan düşse insanlar bunun BURALI olmadığını düşünür. Neyle ilişkilendirdikleri önemli değildir, önemli olan bunun kendi başına olduğunu gördükleri birçok şeyden FARKLI olduğunu anlamalarıdır. Biz de kendi başına olduğunu gördüğümüz çok şeyin içinde AZ ve SIRADIŞI olanları kavrıyoruz. Bu ne kadar az ise o kadar FARKLI’dır. Mesela o Afrika kabilesine her gün Coca-Cola tenekesi düşseydi bunu yağmur gibi algılarlardı ve bir KASIT’lılık görmezlerdi. Halbuki yine görmeleri gerekirdi, ancak VURGULANMIŞ olmazdı. Tıpkı Dawkins’in çok dünyalar olduğunda dünyanın tasarımının öneminin yitirileceğini sanması gibi. Yitirilmezdi, ancak vurgusu azalırdı. Şimdi ise tüm evrende sadece bu kadar zor oluşabilen bir Dünya var ve bu çok can sıkıcı. Bu israf da değildir. Çünkü vurgulama ve insana bir mesaj verme amacı olabilir.

Tasarımsızlığın Tasarımı ile Tasarım’dan daha çok şey anlatılır. Tasarım sadece tasarımdır. Ancak Tasarımsızlığın içindeki Tasarım, tasarımın tasarım olduğunun anlaşılmasını özellikle amaçlama gibi bir mesaj da içerir. Bu da Stenger’in İsraf vehminin cevabıdır. Dawkins’e ise cevap vermeye gerek yoktur. Çünkü Uzaylı medeniyetlerin bulunamadığı her saniye ona her an cevap vermektedir. Biz niye kendimizi yoruyoruz?